KANGLI KOCA OĞLU KAN TURALI

Oğuz ülkesinde Kanglı Koca adında gürbüz bir adam varmış. Kanglı Koca’nın kendisi gibi gürbüz bir de ye­tişkin oğlu varmış. Adına da Kan Turalı derlermiş. Kan Tura- lı, boylu poslu, alımlı çalımlı, kaplan duruşlu, kartal bakışlı, yakışıklı bir yiğitmiş. Yüzünü gören kızlar aşk derdinden erir­miş. Kan Turalı’nın baktığı kızların ise aklı başından gider­miş. Oğuzlarda iki kişi yüzünü peçe ile gizlermiş. Biri Bay Büre oğlu Bamsı Beyrek, diğeri de Kanglı Koca oğlu Kan Tu­ralı. Bamsı Beyrek’i alan almış, satan başından savmış. Ama Kan Turalı hâlâ bekâr gezermiş.

Kanglı Koca, bir gün dostları ile yiyip içerken; “A dostlar! Allah sıralı ölüm verdi! Önce doğan önce gitti. Babam öldü. Ben kaldım. Onun yerini yurdunu tuttum. Bugün, yarın ben de ölürüm. Oğlum kalır. Tabiî bundan iyisi de olmaz!” deyip bir nefes almış. Sonra oğluna dönüp, “Ay oğul! Bari gözüm görür, elim tutarken gel seni evlendireyim! Hazır, canım sağ iken mürüvvetini göreyim.” demiş.

Kan Turalı, babasının sözüne bıyık altından gülmüş: “İyi de baba! Bana layık kızı nerden bulacaksın?” demiş. Kanglı Koca, bir kahkaha atıp, “Bak sen! Kendini bu kadar ağırdan satma oğul! Nasıl bir kız istiyorsun, hele, de bakalım!” demiş.

Kan Turalı, “Baba, öyle bir kız isterim ki ben kalkmadan o kalkmış olmalı. Ben atıma binmeden o binmiş olmalı. Ben kanlı kâfir üstüne varmadan o varmış olmalı. Baş kesip bana getirmeli.” demiş. Kanglı Koca, “Bre oğul! Sen kız istemez, bir yiğit, bir bahadır istermişsin. Herhâlde hanım gölgesinde yiyip içip yatmak niyetindesin!” deyip oğluna takılmış. Ama Kan Turalı, bu sözleri üstüne bile almamış: “Ne yani baba? İş bilmez, aş bilmez cici bici bir kız mı alayım? Yüzüne bakarak karın mı doyurayım? Öyle mi? Kusura bakma, baba! Güzel­lik karın doyurmaz ki…” deyince Kanglı Koca, “Peki oğul, peki! Evleneceğin kızı beğenmek senden. Çeyizini dizmek benden.” demiş.

Yaya gözüyle at, ergen gözüyle avrat alınmaz. Kan Turalı, atına binip kız aramaya çıkmış. Bir zaman sağda solda gezin­miş. Nihayet çekilip geri eve gelmiş. Oflaya puflaya babasının yanına varmış: “Yıkılsın şu Oğuz illeri baba! Bana münasip bir kız yok!” demiş. Kanglı Koca, oğlunun sırtını sıvazlayıp, “Oğul! Kız dediğin çakıl taşı mı? Evden çıkar çıkmaz bulasın! Öyle sabah varıp öğlen gelmekle kız bulunmaz. Senin dedi­ğin kızı bulmak için demir çarık, demir asa yollara düşmek gerek. Sen mala mülke sahip ol. Ben varıp gideyim. Sana bir kız bulayım.” demiş. Kanglı Koca, yanına kırk aksakal alıp sevine kıvana oğluna kız aramaya çıkmış. Kırk bir ihtiyar İç Oğuzları gezmiş. Kan Turalı’nın istediği gibi bir kız bulama­mışlar. Dış Oğuzları gezmişler. Boş dönmüşler. Oradan geze geze kâfir Kıpçak yurdu Trabzon’a varmışlar.

Trabzon Beyi’nin bir kızı varmış. Adına da Selcen Hatun derlermiş. Selcen Hatun, çok güzel bir kızmış. Güzelliğinin yanı sıra yiğit ve bahadırmış. Bir at binişi varmış; rüzgâr, fırtınaya dönse arkasından yetişemez, yarı yolda nefesi kesilirmiş. Bir yay gerer, iki başlı ok atarmış. Attığı ok yere düşmez, uçar gi­der, dünyanın çevresinde dolanır dururmuş. Hele kılıç çalışı, mızrak vuruşu ise görülmeye değermiş.

Selcen Hatun, serpilip büyüyünce isteklisi de günden güne çoğalmış. Trabzon Beyi, kızına sevdalanan yiğitlerden başını alamayınca üç azgın hayvan beslemiş: “Her kim bu üç azmanı yenerse kızımı ona veririm.” demiş. Azgın hayvanlar­dan biri, tepe gibi bir kara boğa imiş. Elmas mızrağa benzer boynuzları varmış. Kara, sert taşa vursa taşı delermiş. İkin­cisi, sıra dağ gibi bir sarı buğra imiş. Koca ağzı, iri dişleriyle demiri ısırsa koparıp atarmış. Üçüncüsü de deniz gibi karşı konulmaz bir boz arslanmış. Dişlerini bilmem ama pençesini bir yiyen, bir daha iflah olmazmış.

Gün gün Trabzon civarındaki bey oğulları Selcen Hatun’u istemeye gelmişler. Mal mülk hazine bağışlamışlar. Ama kı­zın babası, “Kızımı, beslediğim üç azgın hayvanı alt eden alır.” deyip er meydanını göstermiş. Böylece otuz iki bey oğlu, sıra ile meydana çıkmış. Ama hiçbiri kara boğayı bile yenememiş. Hepsi kara boğanın elmas mızrak gibi boynuzu altında delik deşik olmuşlar. Kırk aksakal ile Kanglı Koca, bey oğullarının akıbetinin üzerine gelmiş. Her biri, Selcen Hatun’u görüp beğenmiş. Hünerini duyup inanmış. Yalnız, üç azmanın korkusundan hiçbiri çıkıp da, “Kan Turalı’nın is­tediği kızı bulduk!” diyememiş. Buruk bir hâlde dönmüşler, yurtlarına gelmişler.

Kan Turalı, babasını yarı yolda karşılamış. Attan inmesini beklemeden ellerine sarılmış: “Ne yaptın baba? Bana münasip kız bulabildin mi?” diye heyecanla sormuş. Kanglı Koca, derin bir nefes alıp yanındaki ihtiyarlara bakmış: “Buldum oğul, buldum! Ama o kızı almak kolay değil!” demiş. Kan Turalı, babasının ellerine asılarak, “Ne isterler baba? Altın mı, gümüş mü; at mı, deve mi?” demiş. Kanglı Koca, “Yok oğul! Malda mülkte gözleri yok! Hünerli yiğit isterler.” diye cevap vermiş. Orada gördüklerini, duyduklarını bir bir an­latmış. En son, “Oğul, bu iş çok çetindir. Adamı canıyla im­tihan ediyorlar. Bunu ne ben anlattım ne sen dinledin. Bu işten vazgeçelim. Başka yere bakalım.” demiş.

Kan Turalı, “Baba! Ben bunu duyarım da durur muyum? El gün başıma kakmaz mı? Kan Turalı, korktu diye yüzüme vurmaz mı?” deyip kestirip atmış. Nihayet anasının babası­nın ellerini öpüp kırk yiğidiyle yola çıkmış. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Dolambaçlı yollardan ge­celeyin akmışlar. Balçığa bataklığa kum döşeyip yürümüşler. Yılan işlemeyen ormanları ateş gibi aşmışlar. Coşkun akan ırmakları at üstünde geçmişler. Oğuz ellerini çok geride bıra­kıp kâfir Kıpçak yurduna varmışlar. Gökyüzüyle boy ölçüşen Trabzon Kalesi’nin önüne gelince çadır kurup konmuşlar. Kan Turalı, huzuruna kabulü için Trabzon Beyi’ne adam göndermiş.




Bir gün sonra büyük bir meydan açılmış. Büyüğünden küçüğüne bütün Trabzon ahalisi birikmiş. Bunların çevre­since yüzlerce asker dizilmiş. Borular çalınmış. Davullar dö­vülmüş. Bu ağırlamadan sonra Trabzon Beyi, gelip tahtına kurulmuş. Onun yanı sıra Trabzon’un ileri gelen beyleri yer­lerini almışlar. Bunların ardınca Selcen Hatun, kırk cariyesi

ile meydanın başındaki köşküne geçmiş. Herkes yerine otu­runca borular susmuş. Davullar dinmiş. Trabzon Beyi, Kan Turalı ile kırk yiğidini huzuruna kabul etmiş.

Kan Turalı, el bağlayıp huzura gelmiş. Baş eğip selam vermiş. Trabzon Beyi selamını almış. Kan Turalı’ya ipek halı üstünde yer göstermiş. Önüne yiyecekler, içecekler getirtmiş. İzzet ü ikramda bulunmuş. Kan Turalı yiyip içerken Trabzon Beyi, “Yiğit, hayırdır, niye geldin?” demiş. Kan Turalı, yerin­den doğruluvermiş. Sallana sallana yürüyüp Bey’in karşısın­da el bağlamış: “Yol vermez dağlarını aşmaya geldim. Coşkun akan deli sularını geçmeye geldim. Dar eteğine, geniş koltu­ğuna sığınmaya geldim. Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile kızını almaya geldim.” demiş.

Bey, sağına soluna bakınmış. Dudaklarını büzdürüp ba­şını yukarı aşağı sallamış: “Bu yiğidin sözü çevik! Bakalım, hüneri de var mı?” deyip gülümsemiş. Kan Turalı’ya er mey­danını göstermiş. Sarı elbiseli Selcen Hatun, kırk kırmızılı kız arasından papatya gibi bakıyormuş. Kan Turalı varıp er meydanına çıkmış. “Üzerinde silah namına bir şey kalma­sın.” demişler. Kılıcını, sadağını, yayını, mızrağını; miğferi­ni, kolçaklarını, dizliklerini sıyırıp kenara bırakmış. Peçesini açıp üstünü başını çıkarmış. Kan Turalı’nın cemali ortaya çı­kınca Selcen Hatun çarpılıvermiş. Dizlerinin bağı çözülmüş. Eli ayağı birbirine dolaşmış. Bir anda kara sevdaya tutulmuş. Yanındaki kızlara, “Hakk teâlâ, babamın gönlüne merhamet verse de başlık kesip beni şu yiğide verse.” demiş. Bu sıra bo­rular öttürülmüş. Davullar dövülmüş. Üç adam bir yanda, üç adam diğer yanda zincirlerle azgın boğayı getirmiş. Kan

Turalı’nın karşısına çıkarmışlar. Adamlardan biri, “Hey, yiğit bu işten vazgeç. Sonra yazık olur!” diye bağırmış. Ama Kan Turalı, “Bre, ne diyorsun sen? Hiç mi geyik avlamadım san­ki? Babamın evinde hiç mi inek sağılırken görmedim? Boğa dediğin kara inek buzağısı değil mi? Bırak gelsin!” demiş.

Adamlar, zincirini alıp azgın boğayı bırakmışlar. Kara boğa, elmas mızrak gibi boynuzlarını uzatarak hışımla Kan Turalı’nın üzerine gelmiş. Bunu görünce Selcen Hatun’un yüreği ağzına gelmiş. Korkudan hop oturup hop kalkmış. Kara boğa, Kan Turalı’nın böğrünü ortalayıp saldırmış. Kan Turalı, eline kara bir taş alıp boğanın alnının ortasına öyle bir indirmiş ki bin batmanlık kara boğa gerisin geri gitmiş. Arka ayaklarının üzerine yıkılıp kalmış. Bir zaman sonra tek­rar ayağa kalkmış. Acı acı böğürmüş. Derin derin solumuş. Başını sağa sola sallayıp yerleri deşelemiş. Tozu dumana kat­mış. Sürüp bir daha gelmiş. Kan Turalı, bu sefer yumruğunu boğanın alnına dayamış. Bir uçtan diğer uca bütün meydanı dolandırmış. Kara boğanın iki küreğinin arası bembeyaz kö­pük bağlamış. O kadar çekişmişler de ne boğa alt edebilmiş ne de Kan Turalı. “Yıkılacak dama destek verirler. Ben niye boğaya destek oluyorum.” deyip kara boğanın alnından sa­vuşmuş. Kara boğa, direği alınmış dam gibi tepesinin üstü­ne yıkılmış. Kan Turalı, boğanın üzerine çökmüş. İki eliyle boğazını sıkıp atmış. Kara boğanın kalın derisini kol vurup tulum çıkarmış. Götürüp Trabzon Beyi’nin önüne bırakmış: “Yarın sabah kızı bana veresin.” demiş.

Meydandan bir alkış kopmuş. Selcen Hatun da sevinç­ten havaya uçmuş. Ama hevesi kursağında kalmış. Selcen

Hatun’un amcasıyla ağabeyi, Bey’in kulağına eğilip, “Dur hele! Kızı hemen verme. Canavarların sultanı arslandır. Onu da yensin. Ondan sonra düşünürüz.” demişler. Borular öt­türülmüş. Davullar dövülmüş. Daha teri kurumadan Kan Turalı’ya er meydanı gösterilmiş. Beş adam bir yanda, beş adam diğer yanda zincirlerle boz arslanı getirmiş. Az evvelki adam Kan Turalı’nın yanına sokulup, “Boğayı yendim diye sevinme. Boğa et yemez. Yol yakınken bu işten vazgeç. Arsla- na diri diri yem olma!” demiş.

Kan Turalı, “Bre kâfir! Yiğide korku vermek ayıp değil midir? Çobanlarımızın ardından giden hiç mi köpek görme­dim? Senin arslan dediğin ala köpek eniği değil mi? Bırak gelsin.” deyip bir nara atmış. Boz arslan kükreyip gelmiş. Meydanı uçtan uca inletmiş. Selcen Hatun’un yüreği kuş gibi çırpınmış. Konacak bir dal aramış. Herkes nefesini tut­muş. Olacakları korkuyla seyretmeye başlamış. Kan Turalı, yere eğilip avucuna kum doldurmuş. Allah’a sığınıp adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş.

Boz arslan, saldırıp gelmiş. Selcen Hatun gözlerini kapat­mış. Kan Turalı, arslanın önünden savuşurken avucundaki kumu canavarın gözüne serpmiş.

Arslan neye uğradığını anlamamış. Gözlerine kum dolun­ca aydınlık dünyası kararmış. Koca dünya başına dar gelmiş. Nereye gideceğini, ne edeceğini bilememiş. Kan Turalı, sıçra­yıp arslana binmiş. Yelesinden sarılarak onu meydan boyun­ca koşturmuş. İnim inim inletmiş. Ağım ağım ağlatmış. Boz arslan, göz acısından sağ pençesini sağ gözüne, sol pençesini sol gözüne sallamış ki iki yüzünü birden paramparça etmiş.

Zavallı, kendi pençeleriyle can vermiş. Kan Turalı, arslanı kuyruğundan sürüyüp götürmüş. Trabzon Beyi’nin önüne bırakmış: “Bey baba, kızını bana ver!” demiş.

Meydan baştan başa gümbürdemiş. Alkış seslerinden yer yerinden oynamış. Selcen Hatun’un sevinçten etekleri zil çalmış. Trabzon Beyi, “Kızı getirin verin. Bu yiğidi gözüm gördü. Gönlüm sevdi. İster dursun, ister gitsin.” demiş ya! Yine kardeşi ile oğlu araya girmiş: “Azgın hayvanların başı buğradır. Onunla da oyununu görelim. Buğrayı yenerse kızı verelim.” demiş. Bey, vazgeçmiş.

Kan Turalı’nın buğra ile de dövüşmesini istemiş. Kan Tu­ralı, onca yorgunluktan sonra tekrar meydana çıkmış. Altı adam bir yanda, altı adam diğer yanda zincirlerle azgın buğ­rayı getirmiş. Evvelki adam, “Yiğit, aklın varsa durma kaç. Bu deve arslana benzemez. Ayağından kurtulsan, ağzından kurtulamazsın.” demiş. Kan Turalı, “Bre, deve dediğin ne ki! Onda akıl olsa eşeğin ardına düşüp gitmez. Daha çocukken bile az mı deveye bindim. Bırak gelsin.” demiş. Ağzı köpüklü kızgın buğra lap lap gelmiş. Dişlerini gösterip dudaklarını oynatmış. Eğri boynunu Kan Turalı’ya doğru uzatarak hışım­la saldırmış.




Kan Turalı, buğranın altından girmiş. Üstüne çıkmış. Hörgücüne yapışarak sırtına binmiş. Selcen Hatun’un önün­den bir tur geçmiş. Kızgın buğra, Kan Turalı’yı sırtından at­mak için hop hop hoplamış. Zıp zıp zıplamış. Eğri boynunu geriye çevirip onu ısırmaya çalışmış. O sıra bir gaflet ile Kan Turalı yere düşmüş. Bunu görünce meydan ayağa kalkmış. Selcen Hatun ellerini dizine vurup, “Gitti gül gibi yiğit.” diye ahuvah çekmiş. Gizli gizli ağlamış. Kızgın buğra bir daha sal­dırmış. Kan Turalı, düştüğü yerden kalkıp Kadir Mevla’ya sığınmış. Adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. Kendisi­ni ısırmaya çalışan buğranın burun deliklerine parmaklarını sokmuş. Hızla asılarak buğranın eğri boynunu dört bacağının arasından geçirmiş. Kuyruğunu boynuna dolayıp kör düğüm atmış. Koca buğrayı top gibi yusyuvarlak etmiş. Daha sonra bir tekme atıp buğrayı Trabzon Beyi’nin önüne düşürmüş.

Trabzon Beyi, “Vallahi, bu yiğidi gözüm gördü. Gönlüm sevdi. Kızımı ona verdim gitti.” demiş. Bir gün sonra kırk yerde, kırk büyük otağ kurdurmuş. Bir de süslü püslü gelin odası hazırlatmış. Sazlı sözlü, yemeli içmeli büyük bir dü­ğün yaptırmış. Evli evine, köylü köyüne dağılınca Kan Tu­ralı, Trabzon Beyi’nin huzuruna varmış: “Anam ile babam gelinlerini duvağı ile görmeden ben gerdeğe girmem.” demiş. Oğuz ülkesine dönmek için müsaade istemiş. Acelece yü­künü dengini tutmuş. Selcen Hatun’u da alıp yola çıkmış. Devesini bağırtarak, atını kişneterek, sabah akşam demeden yedi gün, yedi gece yol gitmiş. Bir kuşluk vakti kâfir Kıpçak hududundan çıkarak Oğuz boylarına gelmişler. Bir de bak­mışlar ki derin göllerde kuğular yüzüyor. Etrafında sülünler geziyor. Soğuk pınar başlarından keklikler uçuşuyor. Gidip tatlı meyveli ağaçlara konuyor. Çayır çimen burcu burcu ko­kuyor. Selcen Hatun burayı görünce çok beğenmiş: “Biraz konalım. Yorgunluk atalım.” demiş. Kan Turalı, kırk yiğidini babasına müjdeci göndermiş. Sonra da göle karşı çadır kurup iki yavuklu yiyip içmeye başlamış.

Oğuzların başına ne kaza gelirse uykudan gelirmiş. Kan Turalı, yiyip içtikten sonra olduğu yere yatmış. Bir anda ela gözlerini uyku bürümüş. Selcen Hatun, yiğidinin uyuduğu­nu görünce, “Dağ başı tekin olmaz.” Diye kalkmış. Zırhını giyinmiş. Kolçağını geçirmiş. Dizliğini bağlamış. Miğferini takmış. Kılıç kuşanıp at binmiş. Yüksekçe bir tepeye çıkarak mızrağını yere dikip beklemeye başlamış.

Meğer Trabzon Beyi pişman olmuş: “Üç zavallı hayvancı­ğı öldürdü diye biricik kızımı aldı gitti.” deyip deyip ağlamış. Acı acı inlemiş. Bunun üzerine kızın kardeşiyle amcası derhal demir zırhlı, beş yüz kâfir seçerek Kan Turalı’nın arkasına düşmüşler. Kuğuların yüzdüğü, sülünleri gezdiği, kekliklerin uçuştuğu, iki aşığın çadır kurup konduğu yere doğru dörtna­la çıkagelmişler. Selcen Hatun, demir zırhlı kâfirleri görünce koşturup varmış. Kan Turalı’ya söylemiş, görelim hanım, ne söylemiş: “Bre yiğidim! Kendini ana kucağında mı sandın, baba ocağında mı? Uzandığın toprağı yar mı belledin de başı­nı yerden kaldırmazsın? Uyan yiğit uyan düşman basmadan, dik başını birden bire kesmeden, aramızda deli poyraz esme­den uyan yiğit uyan, kâfir geliyor!” demiş.

Kan Turalı, Selcen Hatun’u at üstünde görünce sıçrayıp kalkmış: “Ne oldu güzelim!” demiş. Selcen Hatun, “Yiğidim, üzerine düşman geliyor. Uyarmak benden, dövüşüp hüner göstermek senden.” demiş. Kan Turalı, “Demek maksadımız Hakk katında hâsıl oldu. Kâfire karşı da hünerimizi göste­relim, tam olsun!” deyip arı sudan abdest almış. Adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. At binmiş. Kılıç kuşanmış. Yürümüş. Yel gibi esmiş. Sel gibi akmış. Kâfire karşı at koş­turmuş.

Kan Turalı, bir anda gözden kaybolmuş. Selcen Hatun da al atını kanatlandırmış. Onun ardı sıra gitmiş. Bir nefeste

Kan Turalı’ya yetişmiş. Kan Turalı, Selcen Hatun’u yanı ba­şında görünce, “Başımın börkü, sırtımın kürkü! Sen nereye? Başına bir iş gelir sonra! Geri dön. Gelen düşman benim­dir.” demiş. Selcen Hatun, gülümseyerek, “Aman yiğidim! Baş esen olduktan sonra börk mü bulunmaz? Sen sağ ol da binlerce Selcen sana kurban olsun. Bu gelen kâfir çok kâfir! Savaşalım, dövüşelim. Ölen ölür. Sağ kalan çadıra gelsin.” de­yip hızla gitmiş.

Kâfirlerle bir tepede karşılaşmışlar. iki yavuklu kâfir içine kaz sürüsüne giren şahin gibi dalmış. Sağlı sollu kılıç çalıp bir zaman güzel savaş eylemişler. Kâfirler, bunalınca ikiye bölünmüş. Bir kısmı Selcen Hatun’un etrafını çevirmiş. Bir kısmı da Kan Turalı’nın. Çeke çeke, dövüşe vuruşa Selcen Hatun düz ovaya inmiş. Önündeki düşmana dünyayı dar etmiş. Aman dileyeni öldürmemiş. Kaçanı kovalamamış. Büyük zafer kazanıp doğru çadıra gelmiş. Ama epey zaman geçtiği hâlde Kan Turalı gelmemiş. Selcen Hatun, yürüyüp yüksek bir yere çıkmış. Dört bir yanı gözetlemiş. Bir derenin üstünde kargaların, kuzgunların dolaştığını görünce yıldırım gibi oraya akmış.

Meğer kâfir, kılıçla baş edemeyince oka girmiş. Kan Turalı’yı ok yağmuruna tutmuş. Uğursuzun kör okunun biri gelip atına saplanmış. At yıkılmış. Biri de Kan Turalı’nın göz kapağını çizip atmış. Hızlı kanı damarından boşanıp gözle­rine dolmuş. Bir anda aydınlık dünyası karanlık olmuş. Fır­satı ganimet bilen kâfirler, Kan Turalı’nın başına üşüşmüşler. Ama Kan Turalı, kılıç çalıp kâfirleri yanına yaklaştırmamış. Bu sırada Selcen Hatun yetişip, kâfirlere kıran gibi girmiş.

Bir vurmuş. On kâfir düşürmüş. Bir daha vurmuş. Otuz kâfir düşürmüş. Kalan kâfirleri de çil yavrusu gibi dağıtmış. Yiğidini kurtarmış. Kan Turalı’yı terkisine alıp çadıra getir­miş. Gözlerindeki kanı temizlemiş.

Kan Turalı, gözü açılınca, “Bana bak Selcen! Babamın ak otağına vardığında Oğuzların ela gözlü kızları gelinleri topla­nıp gelir. Her biri bir destan anlatır. Söz dönüp dolaşıp sana gelince sen de kalkar: ‘Kan Turalı, kâfir elinde perişan oldu. Kâfirleri dağıtarak Kan Turalı’yı atımın terkisine alıp çıktım.’ diye övünürsen öldürürüm seni. Bilmiş ol.” demiş. Selcen Hatun, Kan Turalı’nın neler hissettiğini anlamış. Yiğidinin ellerini tutarak lafın dişisini konuşmuş: “Bey yiğidim! Övü­nürse erkek övünsün! Arslandır! Övünmekle kadın erkek olmaz. Sen rahat ol!” demiş. İki yavuklu birbirine sarılmış. Güzel güzel anlaşmış. Toparlanıp evlerine varmışlar.

Kanglı Koca, oğlu ile gelinini yarı yolda karşılamış. Ye­şil çimene, geniş düze doksan başlı otağ diktirmiş. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmiş. Erkek cinsi besili mallardan birer sürü kırdırmış. Türlü yemekler yaptır­mış. Soğuk içecekler hazırlatmış. İç Oğuzlara, Dış Oğuzlara okuntu göndermiş. Yemeli içmeli bir düğün dernek kurmuş. Yedi gün, yedi gece kudretli Oğuz beylerini ağırlamış.

Kan Turalı, gelin odasına girmiş.Muradına ermiş.

O gün Dedem Korkut gelip neşeli havalar çalmış. Boy boylamış. Soy soylamış. Gazilerin başına nelerin geldiğini anlatmış.

Hani dediğim beyler,

Dünya benim diyenler?

Ecel aldı, yer gizledi.

Fani dünya kime kaldı?

Gelimli gidimli dünya!

Son ucu ölümlü dünya! Ecel geldiğinde Allah, imandan ayırmasın. Kadir Mevla, kimseyi namerde muhtaç eylemesin. Âmin diyenlerin Allah yüzüne baksın. Her ne günahınız varsa adı güzel Muhammed Mustafa’ya bağışlasın. Hanım hey…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.